19.yüzyılın Amerikan sefiri Cox'un ifadesiyle; "insana gerçekten bir cisim değil, bir hayal hissi veriyorlardı." İncecik bedenleriyle suyun üstünde süzülürken altın varakları parlıyor; köşkleri, kuşları göz alıyor; kendilerine güvenleriyle saltanatı temsil ediyorlardı.
Sultan, tam o minik köşkün içine yerleştirilmişti ki, sessiz hareketler yerini gizli bir telaşa bıraktı... O, köşkün perdelerinin arasından henüz etrafı seyretmeye başlamışken görkemli ve zarif aracı, suyun üstünde kaymaya başladı: İpek yelek giymiş kürekçiler, çok ünlü bir dans topluluğunun işini çok iyi yapan, iddialı gösterilerini müthiş bir uyum içinde sergileyen dansçılarına dönüştü. Aksayan tek bir hareket yoktu; kayığın içinde öne arkaya gidip gelerek suyun üzerini gümüş rengine çevirdiler. Kıpır kıpır, "civelek" bu gidiş ve insanı hayal âlemine sürükleyen bu görüntü gerçekti. Onlar saltanatın kayıklarıydı...
"Bu kayıklar çok süslü ve görülmeye değer güzelliktedir. Kıç, baştanbaşa fildişi, abanoz yahut deniz aygırı dişindendir. Seksen seçme kürekçisi vardır. Her kürekte ikişer kişi bulunur. Bir tarafta yirmi kürek vardır. Kürekçiler hep beyaz mintan ve kırmızı serpuş giyerler. Kürek çekerken de çok defa haykırırlar. Sebebini bilmiyorum. Padişahın yanına aldığı vükelâsı müstesna, maiyetindeki dilsizlerle cüceler daima bir başka kayıkta takip ederler, çok kere kadınları da..."
"Gemi inşa sanatında pek muvaffakiyetli ve türünün ince birer örneği olan saltanat kayıklarında güzellik ve ihtişam en sade bir üslupla ifade edilmişti. Köşklü, kuşlu gibi isimlerle anılan saltanat kayıklarının muhtelif boyda olanları vardı. On üç çifte kürekle hareket edenler ekseriya otuz bir, otuz iki metre uzunluğunda, 2.35 metre genişliğinde ve 3.10 metre yüksekliğinde inşa edilirlerdi. Saltanat kayıklarının kıç taraflarında hükümdarların oturmasına mahsus köşk bulunur, başları uzun yahut kıvrık olurdu. Kıç ve baş tezyinatını muhtelif şekillerde ve üzerleri altın yaldızlı oymalar teşkil ederdi. Kayıkların baş tarafında ayrıca tahtadan yahut gümüşten yapılmış kartallar ve deniz kuşları bulunurdu. Kayıklara çekilen fenerler de gümüşten mamuldü."
Döneminin sanat üsluplarına göre değişen ama Osmanlı İmparatorluğu'nun hemen her döneminde -bazı istisnalar hariç- Cuma selamlığı törenleri, şehir gezileri, kılıç kuşanma, tahta çıkma, eski saraya nakledilme, ava çıkış, ramazan eğlenceleri, harem kadınlarının ziyaretleri vs. gibi çok amaçla kullanılan saltanat kayıkları incecik, zarif ulaşım araçlarıydı.
Güm güm güm...
İçlerindeki minik köşklerde sultanın taht gibi koltuğu ya da kanepesi bulunurdu. Önceleri puflu minderlerle divanlara uzanır ve imparatorluk rengi olan al şemsiyenin altında geziler yaparlarmış. Kayıklar Batılılaşma sonrası gösterişin öne çıkmasıyla tahtanın içine altın parçalar katılarak imal edilir olmuş; çatıları yükselmiş, hatta bazılarında kubbe biçimini almış. Köşkse perdeleri de olmalı! Perdelerin içi genelde beyaz, krem ya da yeşil renklerden, dışıysa çok koyu ve parlak kırmızı renkte atlastanmış. Bu perdelerin kenarları sırma bordürle çevrilir, bazen de gerçek incilerle süslenirmiş...
Sultan saltanat kayığına binip suya açılınca bu haber tüm kente Kız Kulesi'nden atılan top atışlarıyla duyurulur, önü sıra altı büyük kayık yol açmak için gidermiş, ki bunların adı Sandalya. Sonra mabeyncileri taşıyan altı kayık... Alayın iki yanında dizinin sonuna kadar zincir gibi bir sıra kayık daha... Önde giden kim varsa, yüzleri hep sultana dönük dururmuş. Mabeynciler de dahil. Padişah kayığının dümenini Bostancıbaşı tutar, -Bostancıbaşı Defterleri, tarihi belgeler arasında en önemlilerinden, Bostancılar kıyı boyunca semtlerin asayişinden sarayın bahçe ve teftişine pek çok sorumluluğu olan görevliler-bir tür rehberlik işini de üstlenir ve sultanın sorularına cevap verirmiş. Ayrıca bir de Kız Kulesi'nde dizilmiş Bostancılar var ki, sultan yakınından geçerken eğilerek selâma duruyorlar.
Denizden faydalanmaya yönelik bir ulaşım dönemi; Boğaziçi rengârenk; iri kıyım, hep pamuklu geniş şalvarla yarım ipekli bir gömlek giyen, kafalarında küçük kırmızı takkeyle pazar kayıkçıları insanları taşıyor. Çeşitli kayık adları var. Peremeler, Pazar Kayıkları'ndan önce kullanılan kayıkların adı. Sonra Piyadeler... Vezirleri, saray görevlilerini, zengin ve orta halli halkı taşıyan bir tür lüks deniz taksileri bunlar; en küçükleri ve tabii ki hafifleri kayıkçıdan başka iki yolcu alıyor, en büyükleri dört ila altı yolcu kapasitesinde. Sarayın da Piyadeleri var ama saltanata ait bir Piyade, her zaman için boyu, köşkleri, süslemeleri, kürek sayısının fazlalığıyla kendini belli ediyor. Aslında tipleri ve formları aynı. III. Selim, "Piyadeler nazik olmalı" dermiş: İçine bindiğinde sarsmayacak, insanı hızla istediği yere ulaştıracak...
Adolphus Slade'in "Kaptan Paşa" adlı eserinde, "Kayıklar, Türk oymacılık sanatının birçok yüzünü yansıtır. Bordaları, küpeşteleri, yelkenleri bile pek ince süslerle bezenmiştir. Türklerin nakkaş dedikleri boyacılar sonradan bu hatları altın yaldızlar ve çeşitli boyalarla işlerler. Türklerin dilinde her deniz vasıtasının adı farklıdır" diyor. Eski ve hakiki bir İstanbullu denizin üzerinde dolaşan kayıklara bakarak bunların devlet ricaline, zengin bir beye, reayadan birisine, şehzadelere veya tulumbacı neferlerine ait olduğunu hemen anlayabilirmiş: "Türklerin makam, rütbe ve hatta kıdeme verdikleri değer, kayıkçıların yaz kış kafalarından eksik olmayan küçük bereleri kadar değişmez bir kaidedir.
Velhasıl, padişahın saltanat kayığı, mesire yerine gidecekse yedi çifte olur; mektupçular 'beş çifte yağlı piyade' ile giderler. Padişahın esvap ve kahve takımları beş çifte piyade ile taşınır, tulumbacılar yangın yerine altı oturaklı kayıkla giderler; zengin beylerin piyadelerinde hizmetkârları ve kahvecileri, hatta güneş veya yağmurdan korunmak için şemsiye tutan adamları bulunuyorsa da saray veya devlet erkânından biri kayığıyla geçiyorsa, geleneklere göre şemsiye kapatılır; kırmızı şemsiye ise sadece saraya mahsus bir renktir."
Altın yaldızlı panjurlu köşk!
Sultan Abdülmecid denize o kadar düşkünmüş ki çeşit çeşit kayıklarından çoğunun modelini inşa edilmeden görür, kayık o beğenirse inşa edilirmiş... Tebdil gezmelerinde hep beyaz olan kayığını kullanırmış. Reşit Paşa'yı sadaretine davet etmek için onun Emirgân'daki yalısına gittiğinde yan yalıda bulunan İngiliz sefiri ve çevre yalıdakiler sultanın kayığını görünce "hayır ola" deyip pek korkmuşlar... İstanbul, Beşiktaş'taki Deniz Müzesi'nde sergilenen "on dört çifte saltanat kayığı"nın dış süslemelerinde meyve ve yaprakları nakşetmişler, baş tarafında kanatları açık kocaman altın yaldızlı bir kartal. Köşküne perde yerine değişiklik yaparak altın yaldızlı panjurlar koydurmuş, üst kısmına da armasını yerleştirtmiş!.. Kayıklar, hep eğlenceli ya da keyifli anlara vesile olmamış; Abdülmecid'in annesi Bezm-i Âlem Valide Sultan'ın naaşı, oğlunun saltanat kayığıyla Topkapı Sarayı'na nakledilmiş.
Sultan Aziz'in saltanatı boyunca on altı kayığı olmuş; ikisi on üç çifte kürekli ve köşklü, ikisi yedi çifte, yedisi beş çifte, biri dört çifte, dördü üç çifte kürekli. On üç çifte kürekle hareket edenler 31, 32 mt. uzunluğunda, 2.35 mt. genişliğinde ve 3.10 mt. yüksekliğinde...
Piyadeyle Topkapı'ya nakil!
Kayıklar acı tatlı hatıralarla yüklü... Tahttan indirildiği 30 Mayıs 1876 sabahı Sultan Aziz, beş çifte bir piyadeyle Topkapı Sarayı'na götürülmüş. Bir ayrıntı ilginç ve önemli: Beşinci haznedarı Arzıniyaz Kalfa ile cariye Şemsicihan'ın Hüseyin Avni Paşa ile olan siyasi ve duygusal ilişkilerinin ayyuka çıkması üzerine Paşa'yı memleketi Isparta'ya sürmüştü. Paşa, Sultan Aziz'in tahttan indirilmesinde etkili olanlardan. İşte o Hüseyin Avni Paşa, padişahı Topkapı'dan vaktiyle onun kendisine hediye ettiği beş çifte kayıkla -ki bu bir piyade- alarak nispet yapar gibi Üsküdar'daki yalısının önünden geçirmiş ve sonra Çırağan Sarayları'nın hizmetkârlar için yapılan Feriye Dairesi'ne nakletmiş. Sultanın intihar mı, cinayet mi olduğu meçhul, meşhur ölümünün ardından 4 Haziran sabahı, naaşı, bu defa üç çifte bir saltanat kayığına konarak Topkapı Sarayı'na götürülmüş.
31 Ağustos 1876'da tahta geçen II. Abdülhamid, bugün Deniz Müzesi'nde sergilenen on üç çifte saltanat kayığıyla Dolmabahçe'den Eyüp Sultan'a kılıç merasimine gitse de, amcasının tahttan indirildikten sonra beş çifte bir piyadeyle Topkapı Sarayı'na götürülmesini uğursuz saymış ve bu kayıklardan soğumuş. Yıldız Sarayı'na geçişinin ardından da denizle padişahlık kurumunun bağlantısı iyice zayıflamış. Görkemli tekneler Kasımpaşa Tersanesi'yle Dolmabahçe Kayıkhanesinde çürümeye terk edilmiş. Hem padişahın binmediği araca kim binebilir? Ne şehzadeler, ne kadınlar kayıkların yanına yanaşmış... Sonra Sultan Reşat ve Vahidettin zaman zaman kayıkları kullansa da ne yeni yapılanlar eski örnekleri gibi gösterişli yüzen saraylara dönüşmüş, ne de denizle bu kadar uyum içinde yaşanmış.
Yer; Beşiktaş Deniz Müzesi. Bahçenin içinde sağa kıvrılıp ikinci cam kapıdan geçince saltanatın kayıklarını görebilirsiniz. Aralarında dolaşırken artık cansız olan o varlıkların bir zamanlar Boğaziçi'nde büyük bir görkemle saltanatı temsil ettiğini gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Çok mu zorlanıyorsunuz? O zaman Cox'un yazdıklarından yola çıkarak hayali bir İstanbul masalı yaratın: "Padişahın kayığı bir yaldız ve parıltı kütlesiydi. Güneşte büsbütün ışıldıyordu. Bu, kayıktan fazla bir şey, bir ihtişamdı. Edalı iniş çıkışlarıyla, suya vuran nefis pırıltıları ve gölgeleriyle adeta ruhlandırılmış, şairane bir varlık halinde idi."
Kaynakça: Sea Life Ekim 2001 N:1
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder